Bu hafta biraz heyecanlıyım. Çünkü uzun süreli bir anime takipçisi olarak Miyazaki ve eserleri benim için çok kıymetlidir. Bugün Howl’s Moving Castle (Yürüyen Şato) ’dan bahsedeceğim.
Her şeyden önce şuna bir açıklık getirelim, anime de bir çizgi filmdir. “Yok o çizgi film değil, anime!” tartışması bana anlamsız geliyor. Tamam, animeler tarz ve içerik olarak alışılmış çizgi film algısından biraz farklı ama Japonların çizgi filmi işte. Hem hiç kimse zamanında Pokemona’a, Tsubasa’ya ya da Heidi’ye “O çizgi film değil bi kere, anime tamam mı!” demedi. Neyse. Howl’s Moving Castle’a girmeden çok minik bir Miyazaki tanıtımı da yapmak istiyorum size. Çünkü yaratıcı, her zaman eserlerine kendinden bir şey koyar ve Miyazaki bunu çok fazla yapıyor.
Hayao Miyazaki 1941’de, Japonya’da doğdu. Yani tam olarak 2. Dünya Savaşı’nın göbeğine. 4 yaşında olmasına rağmen hala bombaların geceyi nasıl aydınlattığını hatırlayan Miyazaki, filmlerinde de tekrar tekrar savaş konusuna yer vermiştir. Babası Katsuji Miyazaki, Miyazaki Airplane’in müdürü ve aynı zamanda birçok uçağı tasarlayan bir mühendistir. 2. Dünya Savaşı’nda da A6M Zero isimli uçağın dümenini tasarlamıştır. Bu yüzden Hayao Miyazaki de filmlerinde çok sık uçak ve uçmak kavramlarından yararlanır. 1947’de, yani Miyazaki ilkokula başladığında, annesi omurilik veremine yakalanır ve 7 yılını yatakta geçirmek zorunda kalır. The Wind Rises veya My Neighbor Totoro izleyenleriniz konularını nasıl seçtiğini anlamıştır sanırım. Son olarak da nedenini anlamadığım bir şekilde favori hayvanının domuz olduğunu söylüyor. Hatta adam gitti, pilot olan bir domuz hakkında film yaptı, (Porco Rosso) daha ne yapsın!
Miyazaki, 2002’de Sprited Away ile Oscar Ödülü’nü kazanmış ve aynı filmle Berlin Film Festivali’nde de animasyon dalındaki ilk ödülü almıştır. Biz Türkler için de şunu söyleyeyim. Hani o Heidi var ya, dedesi, köpeği, Alpler falan… Evet, orada da Miyazaki’nin parmağı var.
Kendisi her ne kadar bu benzetmeyi sevmese de Japonya’nın Walt Disney’i olarak görülür. Bence de Miyazaki kimselere benzetilmemesi gerekecek kadar özgün biri ve Japonya’nın en iyi yönetmenlerinden biridir.
Howl’s Moving Castle, Diana Wynne Jones’un aynı adlı kitabından uyarlanan bir Studio Ghibli filmidir. Ana karakterimiz Sophie adındaki şapkacıda çalışan bir kızımız. Cadının lanetlemesi üzerine evini ve işini bırakıp üzerindeki büyüyü bozmak için yola çıkar. Nihai olarak Howl ile tanışır. Yani yakışıklı büyücümüz. Buraya kadar her şey Disney filmi gibi duruyor farkındayım ama öyle değil. Sophie alıştığımız prenseslerin yanında çok güçlü duran biri. Kadim bir büyücü gelip Sophie’yi öpüp her şey de çözüme ulaşmıyor. Hatta aksine, Sophie filmdeki neredeyse her karakteri iyileştiriyor.
Howl güçlü bir büyücü. Dış görüntüsüne önem veren, özgürlüğüne düşkün ve aramızda kalsın, biraz korkak biri. Adam sırf yeri belli olmasın diye şatoyu yürütmenin yolunu bulmuş. Koca şatoyu… Sophie kendi laneti için gelmiş olsa da asıl Howl’a yardım eden de o diyebiliriz. Bu bencil ve çocuksu karakteri başkalarını korumaya çalışan, cesur biri haline getiriyor. Sophie’nin sevgisi sadece Howl’u değiştirmiyor elbette. Calcifer, Marukuru, Turp kafa (yani korkuluk), Hin ve hatta cadıyı bile etkilemeye yetiyor. Sophie dost, düşman demeden herkesi bağrına basıyor. Mevlana gibi mübarek. Şanslı ki aradığı tedavi de tam olarak bu.
Filmin konu anlatımı çok samimi ve net. Hiçbir yerinde hayretlere düşürmeye çalışmıyorlar bizi. Sadece açık bir şekilde çok güzel bir hikâye anlatılıyor bize. Bunun yanında sahneler o kadar da basit değil. Kurgusu çok başarılı. Olayı işleyişi, hikâyenin gelişimi ve karakter değişimlerini çok güzel yansıtmış. Sophie’nin üzerindeki lanetin de ara ara zayıflamasını çok güzel göstermiş.
Filmde haliyle çok fazla doğaüstü şey var. Animasyon olması da bu anlatımı çok güzel destekliyor. Büyüler, doğaüstü yaratıklar ve hayvan ile makine arası tasarlanmış uçaklar her ne kadar gerçekçi olmasa da anlatıma çok güzel ayak uyduruyor. Gerçek oyuncularla çekilen bir film olsa anlatımı bu kadar güzel yansıtamazdı diye düşünüyorum.
Bunun yanında yaşanan olaylar ise gayet gerçek. Savaşın getirileri çok güzel aktarılmış. İnsanların korkularını, savaşın gerginliğini ve hayatın bu savaşa göre nasıl değiştiğini çok güzel aktarmış. Karakterlerde ise gerçek insan düşüncelerini görmeniz mümkün. Açgözlülük, mutluluk, sevgi, korku, cesaret… Hiçbir duygu alışıldık çizgi film kıvamında gözümüze sokulmadan, olması gerektiği gibi karşımıza çıkıyor. Belki de bu yüzdendir ki ana karakterlerle birlikte yan karakterlere de hemen ısınabiliyorsunuz. Karakter açısından gayet geniş bir film diyebiliriz.
Filmi tekrar izlediğimde durdurup not almaya kıyamadım. Aksın gitsin istedim. Sonunda da yine gözlerim doldu. Belki ben çocuksu olmamdan, bu tarzı sevmemden kaynaklı biraz abartmış olabilirim fakat emin olun ki filmin içine girdiğiniz anda çok hoş bir akışa kapılmış oluyorsunuz.
Son olarak, animasyonlar sadece çocuklar için değildir. Hatta bazıları direkt çocuklar için değildir. Animasyon ön yargınız, anime ön yargınız varsa bile bir kenara koyun derim. Çünkü iyi yapımlar gerçekten izlenmeye değer.
Bunları da sevebilirsiniz...
Devamı: Anıl Gündüz - Bak Buraya Yazıyorum
Inside Out (Ters Yüz)
Kafanızın içinde neler olup bittiğine anlam veremiyor musunuz? “Neden böyle hissediyorum? Neden öyle bir tepki verdim? Neden yine bunalıma girdim?” …
“Blue” Filmi
Türkiye’de “Amerikalı gibi çalan” iki müzisyenin hayatı. Blue. Blue filmi 21 Nisan’da gösterime girdi ve hala vizyonda. Yani yetişmek isteyenlerin hala …